Kürtsüz Cumhuriyet can çekişiyor
KENAN KIRKAYA
ANKARA (DİHA) - Halkların ortak yaratımı olan cumhuriyet rejimi 93'üncü yıldönümünde Kürtlerin ve diğer halkların inkarı, imhası ve en sonunda "kendi temsilcisini seçme hakkının" elinden alınmasıyla cumhuriyetin sonunu getirecek başkanlık rejimi dayatmalarını beraberinde getiriyor.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun 93'üncü yıldönümünü ciddi sorunlar, varlığına yönelik tehdit ve tehlikelerle karşılıyor. 93 yıl önce Türk, Kürt, Çerkes, Laz, Arap, Suryani gibi Anadolu ve Mezopotamya'da yaşayan birçok toplum kesiminin temsilcileriyle kuruluşu ilan edilen Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), daha önce Kemalizm politikaları en son da AKP'nin 14 yıllık iktidarı sonrası gittikçe farklı toplumsal yapıları tasfiye ederek, tekçiliğe dayanan bir yapılanmaya ulaştı.
Kürdistan'dan başlayan 'milli' mücadele
Sivas ve Erzurum kongreleriyle dağılmakta olan Osmanlı bakiyesi üzerine cumhuriyetin temelini atan başta Mustafa Kemal olmak üzere cumhuriyet kadroları esas olarak hem "Kurtuluş Savaşı"nı hem de yeni devlet yapılanmasını Anadolu'da bulunan halkların ittifakı üzerinde kurma yoluna gitti. Kürtlerin yanı sıra diğer toplumsal yapılarla Türklerin yaptığı tarihsel ittifak dönemeçlerinden biri olan Cumhuriyet'in kurulması aşamasında, ittifak temel iki güç olan Kürtler ve Türkler arasında şekillendi. Zaten Mustafa Kemal'in Erzurum ve Sivas kongreleri ile "Mudafa-i Hukuk Cemiyetleri"ni birleştirme kararı vererek, Kurtuluş Savaşı'nı bölgeden başlatması ve önce Kürt illeri gelenleriyle bir araya gelmesi kuşkusuz ki, cumhuriyetin ilanına götüren dönemeçte önemli bir göstergeydi.
Ermeni katliamı
PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın 1071'ten sonra tarihteki en büyük "Kürt-Türk ittifakı" olarak tanımladığı bu dönemde, kurulan cumhuriyet bugünkü yapılanmasının aksine birçok kesimin kendi varlıkları ile temsil edildiği bir Meclis yapılanmasına dönüştü. Gerçi bu dönemde başta Ermeniler olmak üzere gayrimüslimler Cumhuriyet'e giden yolda tehlike ve tehdit olarak görülmüş acı bir "katliam" ile kendi topraklarından adı "tehcir" olan bir yöntemle ayıklanmıştı! Buna karşılık "mecburiyet" nedeniyle yeni yapılanmanın temel dinamikleri ilk etaplarda doğrudan dışlanmadı.
İlk Anayasa'da 'özerklik' kabul edildi
Milli Mücadele'nin henüz başında 20 Ekim 1919'da imzalanan Amasya Protokolü'nde açık bir şekilde Kürtlere muhtariyet (kendi kendini yönetme hakkı) verileceğine ilişkin açık beyanlar bulunuyor. Bu durum 1923'te İzmit gerçekleşen basın toplantısında Mustafa Kemal, Ahmet Emin Yalman'ın sorusuna verdiği ve sansür edilen yanıtında, "Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) gereğince zaten bir türlü özerklik oluşacaktır. O halde hangi livanın (bölge) halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir" sözü artık herkes tarafından kabul edilen temel bir yaklaşım haline geldi. Hatta tarihçi Cemil Koçak'ın yaptığı araştırmalara göre, 1921 tarihinde ilk Anayasa olarak kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun 11'nci maddesinde, "Her il yasalar çerçevesinde vakıf, medrese, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım konularında yerel düzeyde idari yetkiye sahiptir. Bu konuların yönetimi, il şuralarının yetkisine bırakıldı" ifadeleri yer alıyor. Zaten "anayasa.gov.tr" adresinde bulunan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun 11'inci maddesindeki muhtariyet şöyle ifade ediliyor: "Vilâyet, mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şer'î, adlî ve askerî umum, beynelmilel iktisadî münasebet ve hükûmetin umumî tekâlifi ile menafii birden ziyade vilâyete şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vaz'edilecek kavanin mucibince Evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi Vilâyet Şûralarının salâhiyeti dahilindedir."
Söz konusu Anayasa'nın vatandaşlık tanımında, daha sonraki yıllarda Kürt sorununun da temelini teşkil eden herkesin reddedilerek "Türk sayılması" ibaresi de yer almadı.
El-Cizere Komutanlığı'na gönderilen telgraf
Kürtlerin halklarının verileceği yönündeki sözlerle sadece bununla sınırla kalmadı. Bundan önce de 27 Haziran 1920 yılında Meclis Başkanı Mustafa Kemal imzası ile El-Cizere Cephesi Komutanı Nihat Paşa'ya gönderilen telgrafta, "Tedricen bütün memlekette ve geniş ölçüde doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu surette mahallî idareler kurmak iç politikamızın gereğidir. Kürtlerin oturdukları yerlerde ise, hem iç politikamız hem de dış politikamız açısından tedricen mahallî bir idare kurmayı lüzumlu görmekteyiz" görüşlerine yer verildi.
Ortak yaşam vaadiyle özerklik
Aynı telgrafta, özerklik taahhüdü de, Kürtlerin "TBMM idaresinde yaşamaya talip olmalarını ilan etmeleri" sözüne bağlanarak şu görüşlere yer veriliyordu: "Milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin idare etme hakkı bütün dünyada kabul edilmiş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişiz. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar mahallî idareye ait teşkilâtlarını tamamlamış ve lider ve nüfuzlu kişileri tarafından bu amaç için bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve kararlarını ortaya koydukları zaman kendi kaderlerine zaten sahip olduklarını Türkiye Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilân etmelidir. Kürdistan'daki bütün çalışmanın bu amaca yönlendirilmesi El-Cezire Cephesi Komutanlığı'na aittir."
Kürtler ayrılığı değil birlikte yaşamı seçti
Aslında cumhuriyetin temeli sayılabilecek bu temel yönelimler birçok bilim insanı, tarihçi ve akademisyen bu durumu kabul etmekle birlikte, 19 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Evsile yaptığı birçok akademik çalışmada Kürtlerin birlikten yana tercihlerine dikkat çekiyor.
1924'ten sonra imha ve inkar başladı
Ancak bütün bunlara rağmen verilen sözler tutulmadığı gibi 1924 Anayasası'nda "üniter devlet yapılanmasının" gereği olarak bütün farklılıklar ret edilerek, "Türkiye'ye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk" olarak kabul edilmeye ve Türklük dayatılmaya başlandı. Asimilasyonun ilk adımı olan Şark Islahat Planı ile Kürtlere yönelik ciddi bir "varlıksal olarak yok etme" yönelimi gerçekleştirildi. 1925 Şeyh Sait, 1938 Dersim ve devamında gelişen Agirî (Ağrı), Koçgiri, Geliyê Zilan hareketlerinden sonra geliştirilen pek çok katliam ile Kürtler fiziki olarak da imha edilme yoluna gidildi. Ancak Kürtler bütün yönelimlere rağmen varlığını koruduğu gibi, 1970'lerden sonra "inkara karşı isyan" hareketine yöneldi.
Cumhuriyetin gereği olan özyönetim savaş gerekçesi yapılıyor
AKP dönemiyle birlikte Kürtlere yönelik bu inkar ve imha politikası resmileştirilirken, özerklik talepleri sınırları da aşan bir oranda Kürtlere karşı savaş gerekçesi yapıldı. Öyle ki AKP dünyanın neresinde Kürtlere ait bir özel yapı görürse onu, "devlete karşı bir tehdit" olarak gördüğünü beyan ederek, saldırmaya başladı.
Rojava'dan sonra AKP şimdi de Şengal ve Musul'da Kürtlerin varlığını gerekçe göstererek savaş pozisyonuna geçti.
Başkanlık cumhuriyetin sonunu getirecek
Aynı zamanda Kürtlerin iradeleri yok sayılarak, tam da cumhuriyet fikriyatının gereği olan, "kendi temsilcisini seçme hakkının" Kürtlerin elinden alınmaya başlanması, cumhuriyeti de temellerinde sarsmaya başladı. Bir yandan savaş bir yandan Kürtlere yönelik saldırılar, en sonunda Türkiye'yi cumhuriyet fikrinin karşıtı olan "egemenliğin" tek kişi de toplandığı, "başkanlık" tartışmaları düzeyine getirdi. Bütün yetkilerin tek bir kişide toplayacak ve teorik tanımlarda, "monarşi ya da oligarşi" olarak nitelendirilen AKP'nin başkanlık modeli, cumhuriyet rejiminin de sonunu getiriyor.
Böylece "Kürtlere karşı devleti ve rejimi koruyoruz" propagandası üzerinden dayatılan savaş, inkar ve imha politikasıyla Kürtlerin tam da cumhuriyetin tanımı olan, "Halk egemenliğini" elinden alan yöntemlere, "Cumhuriyetçilerin verdiği" destek ise cumhuriyetin sonunu getirdi.
(rp)